Türkiye Siyasal Durum Araştırması - Eylül 2012
Bu araştırmanın amacı; öncelikle son zamanlarda ülkemizde yaşanan olaylar ve yakın komşularımızla ilişkilerimizin halk tarafından nasıl algılandığını belirlemektir. Ayrıca her araştırmamızda ölçtüğümüz gibi halkın, ülke ve kendi kişisel geleceği hakkındaki beklentisini, yaşanan bu olayların oy verme davranışına etkisini, partilere ve siyasal aktörlere bakışını tespit etmektir.     Araştırma; Türkiye genelinde 27 ilde 14 – 19 Eylül 2012 tarihleri arasında toplam 1275 kişi ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma; cinsiyet, yaş ve kent/kır kotaları uygulanarak CATI (Computer Assisted Telephone Interviewing - Bilgisayar Destekli Telefon Görüşmesi) yöntemi ile 0,95 güven sınırları içinde +/- 2.7 hata payı ile gerçekleştirilmiştir.    HAYATTAN MEMNUNİYET Hayatından memnuniyet duyanların oranı memnuniyetsiz olanlardan yüksektir. Ancak geçen yıl Aralık ayı ile kıyaslandığında memnuniyet düzeyinde kayda değer (% 20’yi aşkın) bir düşüş olduğu gözlenmektedir. Bu durum Türkiye’nin iyiye veya kötüye gittiğine olan inançla da paralellik göstermektedir. Nisan 2012’den bu yana ülkenin iyiye gittiğini düşünenlerin oranında %12’lik bir düşüş görülürken, kötüye gittiğini söyleyenler bu dönemde % 15 artmıştır. Bu veriler, daha önce sorulmayan güvenlik-özgürlük sorularıyla birlikte değerlendirilebilir. Geçen yıla göre kendini daha güvenlikte hissedenler ancak % 28’ken, kendini daha güvenliksiz hissedenler % 55’i bulmaktadır. Benzer şekilde geçen yıla göre kendini daha özgür hissedenler % 35, daha özgür hissetmeyenler % 46’ı oranındadır.    Genel hatlarıyla baktığımızda AK Parti seçmeni muhalefet partilerin seçmenlerine nazaran daha olumlu bir memnuniyet, beklenti, güvenlik ve özgürlük tutumu sergilemektedir. Ancak not edilmesi gereken nokta; AK Parti seçmeninin yaklaşık üçte birinin hayatlarından memnun olmadıkları, ülkenin kötüye gittiği ve güvenlik-özgürlük yoksunluğu dile getirmeleridir. Bu durumun parti tercihlerine yansıması Türk siyasetinde dengeleri sarsabilir.   Bu tablo hayattan memnuniyet, memleketin geleceği, kişisel güvenlik ve özgürlük algısında ‘olumsuz bir trend’in varlığına işaret etmektedir. Kamuoyunda, önceki dönemlerden daha ‘karamsar’ bir havanın varlığı dikkat çekmektedir. Bu ‘karamsarlık’ ve olumsuzluk algısının toplumun diğer konulara, bu arada siyasal tercihlerine yansıma ihtimali göz ardı edilemez. İhtiyatla da olsa ‘yeni’ bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bunun nedenlerini tespit etmek güçtür. Ancak söz konusu dönemde toplumda dalgalanmalara neden olan bizce üç önemli gelişme vardır; bunlar (a)PKK’nın artan şiddet eylemleri, (b) adeta kalıcı bir krize dönüşen Suriye meselesi ve (c) kamuoyuna mal olan ve sebepleri açıklanamayan Uludere, Türk jetinin düşürülmesi, Afyon’daki cephaneliğin patlaması gibi ordu ile ilgili olaylar. Güvenlik endişesi yaratan ve geleceğe ilişkin belirsizlik üreten bu üç gelişmenin gelecek beklentisini hem genel hem de kişisel düzeyde olumuz etkilediği söylenebilir.   CUMHURBAŞKANLIGI SEÇİMİ İlk defa halkoyu ile seçilecek olan Cumhurbaşkanın kim olacağı şimdiden merak konusudur. Bugüne değin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neredeyse tümünün sistemde kriz yaratmış olması mevcut merak ve spekülasyonların nedenleri arasındadır. Ayrıca Başbakan Tayyip Erdoğan’ın adaylığının gündemde olması da 2014 seçimlerini önemli kılıyor. Bunun yanı sıra AYM’nin Ağustos ayında verdiği kararla mevcut cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de ikinci defa aday olmasının mümkün hale gelmesiyle cumhurbaşkanlığı seçimi Türk siyasetinin gelecek on yılının nasıl şekilleneceğini belirleyecek. Araştırma verilerine göre; Cumhurbaşkanı Gül’ün 2014’de yeniden aday olmasını isteyenlerin oranı %60 iken,  yeniden aday olmamasını isteyenlerin oranı  %33’de kalıyor.   2014’de kim Cumhurbaşkanlığı makamına otursun? şeklindeki soruya verilen cevaplarda diğer isimlerin oldukça önünde yer alan iki isim var; Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan. Gül’ü Cumhurbaşkanlığı makamında görmek isteyenlerin oranı %21, Erdoğan’ı bu makamda görmek isteyenlerin oranı ise %18’dir. Gül’ün adaylığını isteyenlerin oranı %60’a çıkmakla birlikte açık uçlu bir soruda Gül’ü cumhurbaşkanı görmek istiyorum diyenlerin oranının %21’de kalması toplumun bazı kesimlerinin önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Gül’ü Erdoğan’a karşı bir denge unsuru olarak görmek istedikleri ve muhtemelen ‘taktik oy’ verecekleri anlamına geliyor. Bu bağlamda; örneğin, Abdullah Gül’ün yeniden aday olmasını destekleyen CHP’lilerin oranının %31’i bulmasını not etmek gerekir. Nitekim A.Gül ile T.Erdoğan’dan birisini seçmek zorunda kalınsa CHP’lilerin sadece %5’i T. Erdoğan’ı tercih ederken, %48’i A.Gül’ü tercih edeceği belirlenmiştir.   Her durumda araştırmadan çıkan tablo ilk bakışta önümüzdeki seçim yarışının bu iki isim arasında geçeceği sanısı yaratıyor. Ancak bu iki ismin de AK Parti Meclis grubuna ve tabanına dayanıyor olması böyle bir rekabet ihtimalini ciddi olarak azaltıyor.    Doğrudan siyasi partiler aday gösteremese de adaylığın ancak Meclis’te en az 20 milletvekilinin imzasını gerektirmesi AK Parti’nin adı geçen bu iki isimden birini tercih etmesi ihtimalini güçlendiriyor. Ayrıca Gül ve Erdoğan’ın ortak siyasal geçmişleri ve kişilik özellikleri seçimlerde birbirlerinin karşısında yer almalarına imkan vermeyecek gibi gözüküyor.   Ancak ‘varsayımsal olarak Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasında bir tercih yapmak durumunda olsanız’ sorusuna kamuoyunun verdiği cevap Türk siyasetine ilişkin ilginç şeyler anlatıyor. Böyle bir durumda halkın % 51’i Gül’ü, % 23’ü de Erdoğan’ı tercih edeceğini söylüyor. Yukarıda ifade edildiği gibi toplumun özellikle AK Partili olmayan, dolayısıyla kendi adaylarının cumhurbaşkanı seçilmesine ihtimal vermeyenlerin ‘taktik oy’ kullanarak Erdoğan yerine Abdullah Gül’ün 2014’de cumhurbaşkanı seçilmesine destek verecekleri anlaşılmaktadır.   Örneğin CHP seçmeninin %48’i Gül’ün, % 5’i ise Erdoğan’ın seçilmesini tercih edeceklerini, MHP seçmeninin % 58’i Gül’ü, % 7’si ise Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı olarak tercih edeceklerini ifade etmektedirler. En ilginç veri ise AK Parti tabanının tercihidir; Gül ve Erdoğan arasında tercih yapmak durumunda AK Partililerin %52’si Gül’ün cumhurbaşkanlığını, %39’u ise Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı istemektedirler. Başbakan Erdoğan’ın parti ve taban üzerindeki mobilize edici gücü dikkate alındığında AK Partililerin bu tercihini anlamakta zorluk çekebiliriz. Bunun nedenleri arasında Gül’ün parti tabanında sahip olduğu itibar ve cumhurbaşkanlığı performansından duyulan memnuniyet sayılabilir. Öte yandan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda Erdoğan’ın liderliğinden yoksun kalacak partinin geleceğinden duyulan kuşku ve endişe de Erdoğan’ın partinin başında kalması ve Gül’ün cumhurbaşkanlığına devam etmesi noktasında bir tercih tutumu geliştirilmesine neden olabilir. Ayrıca ‘cumhurbaşkanlığı’nın ‘devleti’, başbakanlığın ise ‘halkı’ temsil ettiğine ilişkin bir algı da bu tercihte etkili olabilir.   KÜRT SORUNU VE PKK PKK’nın artan saldırıları ve bazı BDP milletvekillerinin PKK’lılarla samimi görüntüleri BDP’nin kapatılması ve bazı milletvekillerinin dokunulmazlıklarının düşürülmesini gündeme getirdi. İktidar partisinin bu konuda sertleşmesi Meclis çoğunluğu dikkate alındığında özellikle dokunulmazlıkların kaldırılması ihtimalini güçlendiriyor.   AK Parti’nin BDP karşısında sertleşen tutumunun toplumsal bir karşılığının-tabanının-izdüşümünün olduğu görülüyor. BDP’nin kapatılmasını onaylayanlar toplumun %67 gibi büyük bir çoğunluğunu oluşturuyor. Bu hareket tarzını onaylamayanlar ise sadece % 25. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin destek ise daha fazla; % 77.   Şimdiye kadar AYM tarafından 4 tane Kürt partisinin kapatılmasına, her kapatılma sonrası aynı çizgide yeni bir Kürt partisinin kurulmasına rağmen toplumun büyük çoğunluğunun kapatılmayı onaylıyor olması son günlerde yükselen terör dalgasına verilen geçici bir tepki olabilir. BDP ile PKK’nın aynılaştırılması kamuoyunda son derece yaygın. Başbakan’ın son dönemdeki konuşmaları bu algıyı daha da güçlendirdi. Sonuçta şiddetle ilişkili görülen bir partinin siyaset yapmasının toplumsal zemini giderek ortadan kalkıyor. Aslında bu, öte yandan da Kürt siyasal hareketini de bir tercihe zorluyor; siyaset veya şiddet. Ancak bu tercih noktasında Kürt siyasal hareketinin siyasete duyduğu güvensizlik, PKK’sız bir Kürt siyasal hareketinin düşünülememesi BDP’yi büyük bir açmazda bırakıyor. Ama her durumda bir siyasi partinin bu oranda ‘kapatılabilir’ görülmesi Türk siyasal kültüründe ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve siyasal katılma hakkının kırılgan konumunu da yansıtıyor.   Benzer bir analiz BDP’li bazı milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda da yapılabilir. 1994’de bu uygulamaya gidilmiş, DEP milletvekilleri Meclis’ten alınarak hapishaneye konulmuşlardı. Ancak bu ne Kürt sorununu çözmüş ne de PKK’yı bitirmişti; aksine Kürt milliyetçilerinin sistem içindeki temsil edilme imkanını ortadan kaldırarak Kürt siyasal hareketinin marjinalleşmesine ve radikalleşmesine katkıda bulunmuştur. Mevcut koşullarda da aynı veya benzer sonuçların alınacağına kuşku yoktur. Ancak bu ‘olumsuz kamuoyu’, iktidar partisince yürütülen siyasal baskı ve güvenlik güçlerinin yoğun operasyonları PKK ile yeni görüşmelere başlamak için gerekli görülen ‘psikolojik üstünlük’ kurma taktiğinin bir parçası olabilir. Ancak buradaki sorun, tahrik edilen kamuoyunun kontrolden çıkarak hükümetin manevra yapma ihtimalini – eğer böyle bir niyet varsa- ciddi olarak kısıtlaması ihtimalidir.    Aslında kamuoyunun tutumu, yukarıdaki sert pozisyon alışa rağmen ‘siyasal diyalog’ veya görüşme seçeneğinin çok uzağında olmadığına işaret etmektedir. Buna ilişkin üç veri vardır. Birincisi, toplumun ancak % 44’ünün askeri tedbirlerle PKK’nın tamamen etkisiz hale getirilebileceğini düşünüyor olmasıdır. Dolayısıyla toplumun çoğunluğu askeri tedbirler dışındaki yöntemlere sıcak bakma eğilimindedir. İkincisi, toplumun ancak % 48’inin PKK ile mücadelede güvenlik güçlerini başarılı bulmasıdır. Bu bir kilitlenmeyi ifade eder, mevcut mücadele bir yere gitmemektedir. Toplum tamamen ikiye bölünmüş durumdadır. Bu kilidi açacak olan ‘yeni bir yöntem’dir. Kamuoyunda böylesi bir arayışın olduğu açıktır. Üçüncüsü,  ‘PKK ile hükümetin yeniden görüşmesi’ fikrine verilen %42 destektir. AK Partili seçmenin %46’sı, CHP’li seçmenin ise %48’i PKK ile yeniden görüşmeden yanadır. Siyasi parti yönetimlerinin tabanlarındaki bu talep ve beklentiyi yansıttıkları söylenemez.    PKK şiddetinin bu kadar tırmandığı bir dönemde ‘hükümet PKK ile yeniden görüşmelidir’ diyenlerin bu orana ulaşması anlamlıdır ve ‘PKK’ya karşı güvenlik tedbirleri’ dışında yeni arayışların varlığını göstermektedir. Hükümetin PKK ile görüşmesine karşı çıkanlar toplumun yarısından azdır (% 49).     ORDU TSK’nın yeterince şeffaf olmadığı, içinde cereyan eden olaylar ve sorumluluk taşıdığı konularda yeterince açık olmadığı yolundaki algı güçlüdür. Halkın %59’u Uludere olayı, Suriye'de düşen uçak ve Afyon’daki cephanelikte meydana gelen patlama gibi olayların ordu içerisinde gerektiği gibi soruşturulmadığı kanaatindedir. Bu konularda tatmin olduğunu ifade edenler sadece halkın %25’idir. Bu verilerden hareketle Ordu’nun hala ciddi güvenilirlik sorunu yaşadığını söylemek mümkündür.   YENİ ANAYASA ÇALIŞMALARI 2011 seçimlerinde tüm siyasi partiler ‘yeni anayasa’ sözü verdiler. Meclis’te bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurarak bu sözlerini yerine getirme sürecini de başlattılar. Çalışmaların beklenenden ağır gitmesine ve bazı kritik noktalarda uzlaşma sağlanamadığının bilinmesine rağmen toplumun bu konudaki umudu hala yüksektir (%56). Meclisin yeni anayasa yapamayacağını düşünenlerin oranı %26’dır. Bu ‘umut’ aynı zamanda bir ‘talep’ olarak da okunabilir. Toplum yeni anayasa talebini diri tutmakta, siyasi partilerin yeni anayasa üzerinde anlaşabileceklerini umut etmektedir. Beklentinin ve umudun en yüksek olduğu partili grup AK Partililerdir (% 66). Bu, beklentinin karşılanmaması durumunda en büyük hayal kırıklığının yaşanacağı partinin de AK Parti olacağı anlamına gelir.   SURIYE KRİZİ Suriye’de Beşar Esad rejimi bir buçuk yıla aşkın yürütülen isyan ve başkaldırı hareketine direnmeye devam ediyor. Esad rejiminin çok daha hızlı çökeceğini hesap eden ülkelerde Suriye’de savaşın uzaması ve sorunun karmaşık bir nitelik alması ‘iç politika’da yankılar buluyor. Türkiye de bu ülkelerden birisi. Kriz uzadıkça ve krizin Türkiye’ye ekonomik maliyetinin artmasıyla, sığınmacılar nedeniyle sorunun bir boyutunun Türkiye’ye ithal edilmesiyle hükümetin Suriye politikası yoğun eleştiri almaya başladı. Bu kriz toplumda da karşılık bulmuş görülüyor. Bugün halkın ancak %28’i hükümetin Suriye krizini doğru yönettiğini düşünüyor. Böylesi bir toplumsal tepki on yıllık AK Parti iktidarının karşılaştığı nadir krizlerden birisidir. Hükümete Suriye politikasında AK Parti tabanından gelen destek bile ancak % 45’i buluyor.   Rahatsızlık yaratan konulardan birisi, ilginç olarak Türkiye’nin uluslararası camiada en çok taktir toplayan mülteciler politikası. Sayıları 100 bini bulan mülteciler Türkiye’de barınıyorlar. Ancak Suriye’den gelen mültecilerin kabul edilerek kamplara yerleştirmesini onaylamayanlar halkın %52’si. Onaylayanlar ise %42’dir. Dahası Suriye’den gelen mülteci akışının durmasını isteyenlerin oranı % 66.  Devam etmesini isteyenler ise sadece % 26. AK Partili seçmenin de büyük çoğunluğu (%62) mülteci akışının durdurulmasını istiyor. Böyle bir kamuoyu tablosuyla hükümetin mevcut Suriye sorununu kendisi için hasar yaratmadan sürdürmesi oldukça güç gözüküyor.   Sorunu bitirmek adına Suriye’ye askeri bir müdahale bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Ancak kamuoyu bu fikre karşı büyük bir direnç göstermektedir. Halkın %76’sı böyle bir müdahaleye karşıdır. Destek verenler ise %17 oranındadır. Anlaşılan ‘savaş riski’ toplumda yaygın bir tedirginlik yaratıyor.   ‘Savaş’a NATO ile birlikte katılmaya ise destek görece yükseliyor. Bir NATO müdahalesine Türkiye’nin katılmasını onaylayanların oranı %31; ancak bu fikre karşı çıkanlar hala çok yüksek; % 58.    Tek başına veya NATO’yla Türkiye’nin Suriye krizine askeri bir müdahale biçiminde dahil olmasına kamuoyu desteği yok; bir oldu-bitti ile bu sürecin başlamasına toplum destek verir mi? Bugünden öngörmek zor.     BEĞENİLEN VE GÜVENİLEN LİDER Halkın en çok (%34.2) beğendiği lider Başbakan Erdoğan’dır. Bunu sırasıyla A.Gül (%5.7), K. Kılıçdaroğlu (%4.8), M. Sarıgül (%2.7) ve D. Bahçeli (%2.4) takip etmektedir. T.Erdoğan ve K.Kılıçdaroğlu’nun beğeni oranı 2012 yılının en düşük seviyesindedir.    En fazla güvenilen lider %41 ile T. Erdoğan’dır. Onu sırasıyla K. Kılıçdaroğlu (%8), D. Bahçeli (%5.6) ve M. Sarıgül (%1.7) takip etmektedir. Beğenilen lider konusunda olduğu gibi T.Erdoğan ve K.Kılıçdaroğlu’nun güvenilirlik oranı 2012 yılının en düşük seviyesindedir.   EĞİTİM POLİTİKALARI On yıllık iktidarı döneminde AK Parti’nin popüler destek kazanmayan politikası çok nadir olmuştur. Toplumsal talepleri doğru okuyup bunları politikalara dönüştürmek iktidar partisinin önemli bir özelliğidir. Ancak bu durum son eğitim reformunda başarılamamış, toplumun çoğunluğu AK Parti politikasını desteklememiştir.   4+4+4 eğitim modelini doğru bulanlar %38 iken, doğru bulmayanlar %53’ü bulmuştur. Haziran 2012’den bu yana yeni modeli doğru bulanların %7 azalmış, doğru bulmayanların oranı da %7 artmıştır. Bu modelle eğitim yılının başlamış olması sistemin olumsuzluklarını pratikte görünür hale getirmiş olmalıdır. Yeni eğitim modeli AK Parti seçmeninin bile ciddi bir kesiminin (%34) desteğini alamamıştır. Dahası hükümetin bu reformun gerektirdiği hazırlığı yapmadığını düşünenlerin oranı %73’tür. Reform için gerekli hazırlıkların yapıldığını söyleyenler toplumun sadece %20’sidir. Ak Parti seçmeninin de %62’si hükümetin gerekli hazırlıkları yapmadan sürecin başlatıldığı kanaatindedir. On yıllık iktidarı döneminde iktidar partisinin bir politikasının bu denli bir toplumsal karşılık-destek bulamaması kayda değer bir durumdur. Bunu muhalefet partilerinin ‘iletişim stratejisine bağlamak zordur. Konu genellikle ne ideolojiktir ne de doğrudan partilerle ilintilidir. Niteliği gereği milyonlarca öğrenciyi (toplam 25 milyon) ve veliyi doğrudan ilgilendiren eğitim modeli değişikliği doğrudan insanların hayatına dokunmaktadır. Muhtemel olumsuzluklar, sıkıntılar ve belirsizlik eğitim süreciyle alakalı geniş kesimlerde tedirginlik yaratmış görülmektedir. Bu duygunun sayıları 900 bine yaklaşan öğretmenlerin veliler ve öğrencilerle paylaştıkları kaygılarla da yayıldığını unutmamak gerekir.   4+4+4 eğitim modeli ile ilgili yaygın biçimdeki kaygının sebepleri; yasanın Meclis’e Milli Eğitim Bakanlığı tarafından değil parti tarafından getirilmiş olması, yasanın uygulamasının makul bir süreliğine ertelenmemesi ve yasanın asıl amacının imam hatip okullarının canlandırılması olarak algılanmasıdır.   Hükümet önümüzdeki yıldan itibaren özel dershanelerinin kademeli olarak kaldırılacağını açıkladı. Dershanelerin kaldırılması projesinin toplumun çoğunluğu (%57) tarafından desteklendiği anlaşılmaktadır. Ancak %37’lik bir kesim dershanelerin kaldırılmamasına karşıdır. AK Parti seçmeninin de üçte birinin (%34) dershanelerin kaldırılmasına karşı olduklarını not etmekte fayda vardır.   Dershanelerin kaldırılmasına ilişkin desteğin ‘sınavsız üniversiteye giriş’ beklentisiyle alakası olduğu düşünülebilir. Üniversiteye giriş sınavsız olacaksa öğrencileri bu sınava hazırlayan dershanelerin de kaldırılması makul görülebilir. Sınavsız üniversiteye giriş modeli henüz hükümet tarafından açıklanmamıştır. Bunun güçlüğü, hatta imkânsızlığı eğitim uzmanlarınca dile getirilmektedir. Ancak toplumun önemli bir çoğunluğu (%66) dershanelere ihtiyaç duyulmayacak bir sistemin mümkün olduğu kanaatindedir. Daha az oranda da olsa toplumun %48’i üniversitelere sınavsız kabulü sağlayacak bir sistemin olabileceği görüşündedir.   Sonuç olarak hükümet, ‘sınavsız üniversite’ ve ‘dershanelerin kaldırılması’ önerileriyle toplumun çoğunluğunun beklentilerine paralel bir pozisyon almıştır. Her yıl yaklaşık 1.5 milyon öğrencinin ve onların ailelerinin katıldığı üniversite giriş sınavı stresi ‘radikal çözüm’ önerilerine sempatiyle bakılmasını sağlamaktadır. Bu süreç hem aileler için ciddi bir maliyet hem de neredeyse tüm eğitim hayatına yayılan bir stres anlamına gelmektedir. Bu modelden çıkış biçimi bir ‘amaç ve beklenti’ olarak destek görmektedir. Ancak alternatif model ayrıntılarıyla ortaya çıktıktan ve bu modelin artı ve eksikleri tartışılmaya başladıktan sonra ‘ilkesel düzeyde’ bugün desteklenen ‘sınavsız üniversite’ ve ‘dershanelerin kaldırılması’ konusunda toplumsal kanaatler kesinleşecektir.   Alternatif bir model ortaya konmadan dershanelerin kapatılma kararının bir kısım medya mensupları ve Cemaate yakın çevrelerce dershanelerin kapatılma kararının hükümetin cemaate yönelik bir tavrı olarak algılandığı görülmektedir. Bu konuda halkın algısının ne olduğunu anlamak amacıyla sorduğumuz ‘’Hükümetin Dershaneleri Kapatma Planı Sizce Fethullah Gülen Cemaatinin Eğitim Sistemindeki Gücünü Kırmaya Yönelik midir’’ şeklindeki soruya halkın yarıya yakını (%48) hayır cevabını vermiştir. Kamuoyunun %27’si bu soruya evet cevabını verirken, %25’inin bu konuda fikrinin olmadığı belirlenmiştir.   DIŞ POLİTİKA Arap Baharı bölgedeki otoriter rejimleri yıkarak demokratikleşmenin önünü açtı. Özellikle Tunus ve Mısır devrimlerin ardından yeni aktörleri, yeni kurumları ve yeni süreçleriyle Arap devrimlerinin demokratikleşme yönünde evrildikleri izlenimi yarattılar. Türkiye de bu süreçte ‘model ülke’ olarak öne çıktı-öne çıkarıldı. Hem Müslüman kimliği hem de demokratik tecrübesi ve son yıllarda bölgede yükselen etkisiyle Türkiye’nin Arap baharını yaşayan ülkeler için bir çekim merkezi olabileceği değerlendirildi. Ancak Suriye krizinin uzaması bu algıyı sarsıyor. Bir yandan Türkiye’nin bölgesel liderliğinin sınırları belirginleşiyor, öte yandan Arap Baharı sürecinin Türkiye’ye ekonomik ve siyasal maliyetlerinin olabileceği görülüyor. Sonuçta kamuoyunun %48’i Arap Baharı’nın Türkiye’ye zararı olduğu kanısına varmış durumda. Arap baharının Türkiye’nin yararına olduğunu düşünenler ise ancak % 16.   Yine de Arap ülkelerinin demokratikleşmesini Türkiye’nin bir dış politika hedefi olmasını isteyenler az değil. Kamuoyunun %47’si bu kanaattedir. Uzun yıllar Arap Ortadoğu’suna uzak duran bir ülkenin bugün bu bölge ülkelerini demokratikleştirmeyi bir dış politika amacı olarak %47 oranında onaylaması bir zihniyet dönüşümüne işaret ediyor. En aktivist siyasal parti tabanı ise %57’lik oranla AK Parti.   Son yıllarda İsrail ile kötü olan dış ilişkilerimizin normalleşmesini isteyenlerin oranı %36 iken, normalleşmesi gerekmediğini düşünenlerin oranı (%51,3) oldukça yüksektir.       Bölgenin önemli aktörlerinden İran’ın nükleer silah sahibi olması ve bölge için tehdit oluşturması tartışmalarına katılımcıların bakışı ise şu şekildedir: İran’ın nükleer silah sahibi olmasını Türkiye için bir tehdit görenlerin oranı (%61) oldukça yüksektir. Aksi kanaatte olanların oranı ise %30 civarındadır.   Hükümetin dış politika ve Ortadoğu politikası performansı ilginç bir tablo sergiliyor. Hükümetin dış politikasını başarılı bulanların oranı % 45’le AK Parti’nin oy oranından düşük. Daha ilginci AK Parti’nin Ortadoğu politikasını başarılı bulanların oranının % 34’e düşmesi. Bu başarı algısı AK Parti seçmeninde ancak % 53’ü bulmakta... Bu üzerinde durulması gereken bir durumdur. AK Parti uzun yıllar dış politikada sergilediği başarılı grafikle her siyasi parti tabanında belli düzeyde bir destek bulmayı başarmıştı. Şimdi, muhtemelen Suriye krizinin bir sonucu olarak iktidar partisinin dış politika başarı puanı hükümetin başarı puanın altına düşmüş görülüyor.   Ancak her durumda Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na duyulan güven ve verilen destek sürüyor. Davutoğlu’nu başarılı bulanların oranı %48’i buluyor. Başarısız bulanlar ise %32 oranında. Bu, Davutoğlu’na son dönemde yöneltilen eleştirilere rağmen kamuoyu nezdinde desteğinin sürdüğünü göstermektedir.   LİDERLERİN GÖREV ONAYI R.Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık görevini yapış tarzını halkın yaklaşık %60’ı onaylarken %35’inin onaylamadığı belirlenmiştir. R.Tayyip Erdoğan’a ait en yüksek görev onay değeri Aralık 2007’de %74 ve Aralık 2011’de %71 ile belirlenmiştir. Eylül 2012’de bu değer %59.7 ‘ye düşmüştür. 2012 yılında R.Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olarak halk içinde desteğinin en düşük olduğu ay Eylül olarak tespit edilmiştir.   Kılıçdaroğlu’nun ana muhalefet liderliği görevini yapış tarzını onaylayanların oranı %22,4 olarak tespit edilmiştir. Kılıçdaroğlu’nun görevini yapış tarzı 2011 Ocak ayında göreve geldiğinden bu yana en düşük seviyesine inmiştir. Son seçimde CHP’ye oy verdiğini söyleyenlerin %40’ı da liderlerinin görevini yapış tarzını onaylamamaktadır.   MHP lideri Devlet Bahçeli’nin muhalefet liderliği görevini yapış tarzını onaylayanların oranı %25,5 olarak görülmektedir. Son seçimde MHP’ye oy verdiğini söyleyenlerin %49’u da liderlerinin görevini yapış tarzını onaylamamaktadır.   SİYASAL DURUM   Oy Verilen Partiye Yeniden Oy Verip Vermeme  “Bugün seçim olsa, geçen seçimde oy verdiğiniz partiye mi yoksa yeni veya başka bir partiye mi oy vermeyi düşünürsünüz” şeklindeki soruya halkın %63’ünün önceki seçimde oy verdiği partiye tekrar oy vereceği belirlenmiştir. Önceki seçimde oy verdiği partiye tekrar oy vereceğini söyleyenlerin en düşük olduğu partiler CHP (%58) ve MHP (%65)’dir. AK Parti seçmenlerinin de %78’i tekrar kendi partisine oy vereceği anlaşılmaktadır.   2012 yılında yapılan ölçümlere göre, önceki seçimde oy verdiğim partiye tekrar oy vereceğim diyenlerin oranı kademeli olarak azalarak %71’den %63’e düşmüştür. Önümüzdeki seçimlerde yeni veya başka bir partiye oy verebileceğini söyleyenlerin oranında ise aynı süreçte yaklaşık %24’lük (4 puan) bir artış gözlenmiştir. Bu sonuç halkın 2011 seçiminde oy kullandığı partilere karşı hoşnutsuzluğunun giderek arttığı anlamına gelir. En yüksek orandaki hoşnutsuzluk ise CHP seçmenlerinde görülmektedir.   Pişmanlık Diğer taraftan, araştırmaya katılanların %18’inin önceki seçimdeki parti tercihinden dolayı pişmanlık duyduğu belirlenmiştir. Bu değer Nisan 2012 araştırmamızda %14 idi. Pişmanlık duyma oranı açısından da CHP seçmeni %25’lik değer ile diğer partilerin seçmenlerinden daha yüksektedir.   2011 Haziran seçimlerinde inandığı ve güvendiği partiye rahatlıkla oy verdiğini söyleyenlerin oranı %69 iken, kerhen/istemeye istemeye oy verdiğini söyleyenlerin oranı ise %18’dir. CHP ve MHP seçmeninin yaklaşık üçte ikisinin gönül rahatlığı ile partilerine oy verdiği belirlenmiştir. Bu oran AK Parti’de %82’dir.   Oy Verip Vermeme Eğilimi Seçmenlerin siyasi partilere “oy verip vermeme eğilimini“belirlemek amacıyla sorulan soruya “kesinlikle oy veririm” veya “oy veririm” diyenlerin toplamı AK Parti için %45.6’dır. Bu değer CHP için %15.9, MHP için %19.3, BDP için %4 ve SP için %8.7’dir. Meclis’te yer almadığı halde siyasi parti kurma girişimleri ile gündemde olan Mustafa Sarıgül’ün TDH’sı olarak adlandırılan girişime destek ise %14.4 olarak tespit edilmiştir. Sarıgül’ün parti kurması halinde o partiye oy verebileceğini ifade edenlerin oranı CHP’nin bu konudaki oy potansiyeline çok yakındır.   Bu soruya “kesinlikle oy veririm” ve “oy veririm” diyenlere bir de “emin değilim” diyenler eklendiğinde potansiyel oylarına ulaşılabilir. Potansiyel oy; bir siyasi partinin alması beklenen oy oranı yerine, kendisine oy verebilecek bütün seçmenleri hiç hata yapmadan ikna ettiği durumda alabileceği en yüksek oyu ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, AK Parti’nin potansiyel oyunun %67 gibi bir orana ulaşabileceği görülmektedir. Aynı oran CHP için %36, MHP için ise yaklaşık %43 seviyelerindedir. Sarıgül’ün parti kurması halinde potansiyel oyunun %35.3 olacağı görülmektedir. CHP ve Sarıgül’ün partisinin yaklaşık aynı potansiyel oy oranına sahip olması dikkat çekici bir durumdur. Potansiyel oy oranı, partilerin çok yakın bir tarihte seçim yapılsa alabilecekleri en yüksek oyu gösterdiği için önemlidir.   Yeni Parti İhtiyacı Mevcut partilerin dışında, katılımcıların oy verebileceğini düşündüğü yeni bir partiye ihtiyaç olduğunu düşünenlerin oranı %47’dir. Mevcut partilerin yeterli olduğunu ve yeni bir partiye ihtiyaç olmadığını düşünenlerin oranı da %48 civarındadır. Yeni bir parti ihtiyacı; Ak Partili seçmenler arasında %33’dür. Bu değer CHP’li seçmenler arasında %62’ye ve MHP’li seçmenler arasında da %50’ye çıkmaktadır. Özetle, seçmenlerin yarısı mevcut siyasi partilerden farklı yeni bir parti ihtiyacı olduğunu düşünmektedir.